30 Haziran 2012 Cumartesi

11 Haziran Mardin

Sabah sıcağa kalmamak için 07.00'de yola çıktım ama ne çare! Hava 32 dereceyi bulmuş bile. Urfa'nın doğu çıkışına levhaları takip ederek ulaşmaya çalışıyor bir iki yanlış sapmadan sonra Harran yolunu tutturuyorum. Ovada cetvel gibi uzanan yol, sabah bu saatte bile çok işlek. Kamyonlar tozu dumana katıyor. 55 km sonra Harran'a varıyorum. Dünyanın ilk üniversitesine ait tarihi kalıntıların bulunduğu yeri arıyorum. Levha falan yok. Uzaktan antik kule kalıntısı görünüyor, onu kerteriz alıp, sura benzer bir duvardaki yıkıntıdan açılmış yola giriyorum, ilerleyince evler v.s. burası değil herhalde diye dönecekken bir araba yanımda duruyor ve kubbe şeklindeki Harran evlerinin sahibi olduğunu, takip edersem oraya götüreceğini söylüyor. Kerpiçten köy evlerinin arasından geçerek tarihi kalıntıların da bulunduğu bir alana geliyoruz. Motoru park edip gölgeye kendimi atıyorum. Sıcaklık 40 derece. Burası, kubbeli evlerden, kafe haline getirilmiş yegane tesis. Soğuk, sıcak içecekler bulunuyor. İşletmeci, aslında gezelim görelim tarzı belgesellerden tanıdık. Bir şeyler içip soluklandıktan sonra bir iki fotoğraf çekip yola koyulmak istiyorum çünkü sıcak dayanılmaz.


Harran'dan 55km yolu geri dönüp, Mardin yoluna giriyorum. Trafik durduruyor: Radarınız var! Buyrun bakalım bu ne şimdi?  "Efendim, 106 Km ile gidiyordunuz. Aracınızın bölünmüş yollarda hız sınırı 90, ama yüzde on toleransımız var 99 km'nin üstüne ceza kesiyoruz, 154 TL. " Moralim bozuluyor. Bu motorla 90 km ile seyretmek demek 3. vitesten yukarı çıkmamak demek. Bu kadar para ver, 1200 cc motor al, 106 ile ceza ye! Bir taraftan bu isyan duyguları ile hayıflanırken, bir taraftan da 99'u geçmemeye uğraşıyorum. Kızıltepe'ye kadar böyle geliyorum ama sıcak çok fazla, terden sırılsıklam, yol da bitmek bilmiyor. İtiraf edeyim beni en zorlayan etap bu oldu. Neyse, Mardin'in güzelliğini düşünüp az kaldı diyorum. Gaz koluna asılmamla aklıma radar geliyor. İsyan edip, parasıyla değil mi? Yiyeceğim cezaları da 4.500 km'ye böler, benzin masrafına ilave ederim diye kendimi kandırıyorum. Böylece gazlayıp, artan rüzgarın getirdiği ferahlık hissiyle beraber, ufukta, dümdüz ovanın ortasında, tepenin etrafına sıra sıra gerdanlıklar gibi dizilmiş Mardin, pusların içinde beliriyor. Virajlı yoldan tırmanıp, tepenin arka yüzünde ki Yeni Mardin den geçerek tekrar bu yüzde, Mardin'in tek ana caddesine giriyorum. Bir an önce bir otele kapağı atıp, bir duş alarak serinlemeye çok ihtiyacım var. Burada eski taş konakları restore edip butik otel haline getirmişler. Bu yüzden biraz pahalı, Erdoba Osmanlı Konakları'nda 120 TL'ye bir oda tutuyorum. Odaya girince, bu parayı fazlasıyla hak ettiğini görüyorum. Tertemiz taş duvarlı oda serin ve mis gibi kokuyor. Bu sıcakta cennet gibi adeta. Serinleyince acıktığımı anlıyorum. Aynı cadde üzerinde yöresel yemekler yapan bir lokantada Mardin kebap ve ayran ile karnımı doyuruyorum. Fakat ortalık yanıyor, gezilecek gibi değil. Tekrar otele dönüp, akşamı beklemek en iyisi. Akşam üstü ama sıcak aynen devam ediyor, buraya gezip görmeye geldim deyip bir gayret tekrar yola düşüyorum.


Otele çok yakın olan Zinciriye Medrese'si zaten Mardin'deki en görülesi yer. Merdivenli bir sokaktan çıkıyorum. Medresenin işletmesini bir şahsa vermişler, girişte bir kaç masa var ve bir şeyler içebiliyorsunuz. Dilim ve damağım birbirine yapışmış, zorla, su lütfen diyebiliyorum. Bir dikişte suyu içtikten sonra fiyatını soruyorum, 50 Krş yanıtını alınca, 100 TL  desen de verirdim diyorum. Bir banka reklamı mıydı neydi, yöreden bir çocuk, Nemrut Dağı'nda turistlere rehberlik yapıp bahşiş topluyordu. Bu buralarda gerçek olmuş, bütün çocuklar ilerde zengin olma hayaliyle yabancıların etrafını sarıyor, ısrarla rehberlik yapmayı teklif ediyorlar. Bunu bir yerde okumuş, yok artık demiştim. Burada da iki üç çocuk var, bir tanesi fotoğraf makinemi görünce, şuradaki havuzda yansıma fotoğrafı çekebileceğimi söyleyerek beni ikna ediyor. Serde fotoğrafçılık olduğundan, meraklanıp peşine düşüyorum. Yeri görünce bu kareyi hemen hatırlıyorum. Mardin fotoğrafları deyince karşınıza çok çıkar bu kare. İşte benim de bir tane oldu.

Benim çocukluğum da Doğu Anadolu'da geçti. İlkokulu Anadolunun değişik şehirlerinde okudum. Doğuda bir çok efsane vardır ve gerçekleri kabul etmekte zorlanan insanlar, nedense bunlara inanırlar. Çocuklar bu şahmaran hikayeleri ile büyür. Buradaki küçük rehberler de tarih yerine bunları anlatıyorlar: Zinciriye Medresesinin adı, iki adet okunmuş zincirden geliyormuş. Eskiden Mardin de akrep ve yılan sokması çok olduğu için, alimler iki zinciri okuyup, birisi akrep sokmasın diye, birisi de yılan sokmasın diye, buraya asmışlar. Ve ondan sonra Mardin de akrepler ve yılanlar insanları sokmazmış. Ama bir gün bu zincirlerden akrep için olanı kaybolmuş. O günden sonra akrepler sokmaya başlamışlar, yılanlar ise hala sokmazmış. Mardinin nüfusu büyük çoğunlukla Arap. Az sayıda Kürt ve Süryaniler de varmış. Aslında Deyrul Zaferan Manastır'ı da var ama Midyat yolunda olduğu için onu yarın sabah görmeye karar verip otele dönüyorum. Mardin bir günde gezilecek yer değil ama buraya mutlaka Nisan, Mayıs veya sonbahar da gelmek lazım. Yarın sabah serinlikte yola çıkıp, bir an önce Bitlis tarafına geçmeli, orası 25-26 derece. 




19 Haziran 2012 Salı

10 Haziran, Halfeti ve Urfa

      Bu seyahat yaklaşık bir yıldır tasarladığım bir şeydi ve paylaştığım herkes istinasız, Doğu ve Güneydoğu bölümünün güvenli olmayacağı gerekçesiyle oradan vazgeçmemi salık vermişlerdi. Hatta birisi, bir istihbarat memuru tanıdığından, ''Bu sene oralara pek gitmeme'' tavsiyesi bile almıştı. Üstelik tek başımaydım ve bu da ikinci bir tehlikeydi. Bu uyarılar kafamı biraz karıştırmış, beni tedirgin etmeye yetmişti. Bu düşüncelerle Gaziantep'ten yola çıktım. Otobanda, ara sıra bir iki kamyon görerek, uçsuz bucaksız bozkır manzarası ve çivi gibi anadolu havasını ciğerlerime çekerek yol alınca içimi bir sevinç kapladı. Buradaki büyük boşluk ve sadelik insana bir huzur ve dinginlik hissi veriyordu. İyi ki bu rotayı yaptım, iyi ki buralarda motosiklet sürüyorum diye düşünürken, Halfeti çıkışı levhasını gördüm. Otoban çıkışından 35 km sonra muhteşem bir manzara ile Halfeti karşıma çıktı. Keskin virajlardan kıvrıla kıvrıla indim, tekne ile nehir turu yapanlardan biri yolumu keserek, tur teklif etti. Erken vardığım için pek kimseler yoktu ve teknenin dolmasını beklemek yerine tek başıma parasını ödeyerek özel gezi yapmayı tercih ettim. Tekneyi kullanan genç, bir taraftan Halfeti ile 
ilgili bilgiler verdi. M.Ö. 2000 yıllarına kadar uzanıyormuş tarihi; Hititler, Asurlular, Mısırlılar, Romalılar ve sonunda Yavuz Sultan Selim ile 1517 yılında Osmanlılar hakim olmuşlar. 1954 yılında ilçe olmuş, Birecik barajının suları altında kalınca, 10 Km geride Yeni Halfeti adı ile bir yerleşim yeri yapılarak, konutlar halka teslim edilmiş. Tekne ile Savaşan Köy'ü, Rumkale geziliyor, istenirse Savaşan Köyü'nde çay molası veriliyor. Yaklaşık bir saat süren gezi özel olursa 60 TL, dolmasını beklerseniz kişibaşı 7,50 TL. Halfeti de yemek için birkaç yer var, sabah olduğu için ben deneyemedim.  Sözü fotoğraflara bırakalım.



Ve Şanlıurfa. Halfeti'den ayrılıp, geldiğim yoldan tekrar otabana dönerek Urfa'ya vardım. Şehre tarihi kısımdan girildiği için Balıklı Göl'ün hemen karşısında Edessa Otel'i bulmam zor olmadı. Bu temiz ve mütevazi otele yerleşip biraz soluklandıktan sonra yemek için hemen karşıdaki kebapçıya daldım. Eski Urfa, Urfa kalesinin eteğinde, 15 tane içiçe geçmiş han, Balıklı Göl, Halilü'r Rahman Camii ve diğer birkaç cami ve türbeden oluşuyor. Urfa inanılmaz sıcak, insanlar poşu denen örtüleri başlarına dolayarak dolaşıyorlar. Bir tane de ben edindim ve satıcı başıma dolamama yardım etti. Pazar günü olduğu için bir çok dükkan kapalı olmasına rağmen içiçe geçmiş hanlar oldukça renkli. Bunlardan en meşhuru Gümrük Hanmış ve çayı çok güzelmiş.
Balıklı Göl (ayn-ı zeliha ) ve etrafındaki çay bahçeleri anababa günü oturacak yer bile yok, insanlar çimenlere yayılmış. Akşam katılacağım Sıra Gecesini de düşünerek sıcakta daha fazla yorulmadan kendimi tekrar serin otel odasına attım.


Sıra gecesi, 35-40 TL kişibaşı fiks menü, menüde, kebap,içli köfte, közde patlıcan, çiğköfte, kaşık salatası, lebeni, tatlı olarak şıllık ve tabii ki mırra. Mırrayı fincana azıcık koyup uzatıyorlar, ben içip geri uzatıyorum adam almak yerine yeniden dolduruyor, içip uzatıyorum yeniden dolduruyor.  Bu mırranın usulü ile ilgili birşeyler var ama bir türlü hatırlayamıyorum, neyse yeter artık diyerek fincanı masaya bırakınca yanımda oturan birisi: ''Şimdi, ya bu adama kirve olacaksın ya da bir bahşiş verip kurtulacaksın'' diyor. Beş lira verip durumu kurtarıyorum. Sıra gecesinin en önemli unsuru tabii ki türküler. Yerel bir saz topluluğu çalıyor, Urfalılar müziği duyunca kalkıp oynuyorlar. Urfalı kadınların, üstelik bazıları yanlarında erkek olmadan katılımı dikkatimi çekiyor. Son derece modern hanımlar. Elbette burası dünyanın ilk medeniyetlerinin kurulduğu yer: Mezopotamya. Şu yıkamadığımız önyargılarımıza bir küfür sallayıp, keyfime bakıyorum.


10 Haziran 2012 Pazar

8 ve 9 Haziran

Turuma iki degisiklikle, bir, baslangic gununu dokuzundan sekizine cekerek, iki, rotayi Ege ve Akdenizi pas gecip, Afyon, Konya, Adana uzerinden Gaziantep' e inecek sekilde kaydirarak basladim. Cuma ogleden sonra yola cikip Afyonda geceledikten sonra, ertesi sabah yola cikip, 10 saat surus ve 830 Km sonra Gaziantepte Nil otele yerlestim. Yolculugun bu bolumu icin soyleyecek cok sey yok. Oldukca rahat ve zevkli bir yolculuk oldu. Crosstourer kilometreleri buyuk bir istahla tuketti. Yola cikarken taktirdigim ilave ruzgarlik da faydali idi. Yollara gelince, ozellikle Eregliden sonra otoban Gaziantep' e kadar mukemmel. Ancak bu mevsimde buralara gelmeyi dusunenlere tavsiyem, 40 derece sicagi ( ozellikle Adanadan itibaren) goze almalari. Gaziantep' i daha onceden gordugum ve yorgunluktan olmek uzere oldugumdan, erkenden yatip yarina guc toplayacagim ama gelmisken Imam Cagdas da kebaplarin tadina bakmamak olmaz.